ARVASİ HOCA RAHMETULLAH-I ALEYH (15.02.1932-31.12.1988)

Aralık ayı, milli ve dini bir görev olarak ruhlarını şad ve de yad etmemiz gereken iki büyük şahsiyetin vefat yıl dönümleridir. Bunlardan birincisi 27 Aralık 1936 tarihinde vefat eden İstiklal Marşımızın yazarı, milli şairimiz Mehmet Akif ERSOY, ikincisi ise 31 Aralık 1988 tarihinde vefat eden eğitimci, sosyolog Seyyid Ahmet ARVASİ Hocamızdır. Her ikisi de davası, çilesi, mefküresi, mücadelesi bakımından birbirine benzer bir hayat yaşamışlar ve ne hikmettir ki farklı tarihlerde de olsa aynı ayın son günlerinde Rahmet-i Rahmana kavuşmuşlardır. (Ruhları şad, mekanları cennet olsun)

İ’layı Kelimetulah Davasının çile insanı, Türk-İslam Ülküsü idealinin örnek şahiyeti, aksiyon ve fikir adamı Seyyid Ahmet ARVASİ Hocamızı, Hakka vuslatının 21. sene-i devriyesinde rahmet, minnet ve saygıyla anıyoruz. Arvasi Hoca’yı anmak, anlamak ve anlatmak her müslüman-Türk’ün asli bir vazifesi olmalıdır. Onun gibi insanları anlatmak elbette kolay değildir. Fakat Onu anlamak daha kolaydır. Çünkü Arvasi Hoca kendisini anlamamız için bir çok eser kaleme almıştır ki bunlardan en önemlilerinden birisi, adeta bir fikir deryası olan makelelerinin toplandığı Türk-İslam Ülküsü’dür.

Arvasi Hoca kimdir? Neler yapmıştır? Neden önemli bir şahsiyettir? Gelin önce Arvasi Hoca’yı hep birlikte kendi kaleminden tanıyalım:

Ben 15 Şubat 1932 Pazartesi, Ağrı ilinin Doğubeyazıt kasabasında doğmuşum. Ailece Van'ın Müküs (Bahçesaray) kasabasına bağlı Arvas (Doğanyayla) köyündeyiz. Muhitimizde bu köyün adına izafeten ‘‘Arvasiler ‚‚ olarak tanınırız. Soyadı Kanunu çıktıktan sonra, köyümüzün adı soyadımız oldu.

 

Babam Van Gümrük Müdürlüğü'nden emekli Abdulhakim Efendi, annem ev kadını Cevahir Hanım'dır. Biri benden büyük 5 kardeşim var. Evliyim. Halen 5'i hayatta 6 çocuk babasıyım.

İlkokula Van'da başladım. Doğubeyazıt'ta bitirdim. Ortaokula Karaköse'de başladım, Erzurum'da bitirdim. Daha sonra Erzurum Erkek Öğretmen Okulu'na (sonra Nene Hatun Kız Öğretmen Okulu oldu) kayıt yaptırdım. 1952 yılında ilkokul öğretmeni olarak çalışıp askerliğimi yedek subay olarak tamamladım. 1952 yılında ilkokul öğretmeni olarak çalışıp askerliğimi yedek subay olarak tamamladıktan sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü'ne kaydoldum. 1958 yılında oradan mezun olarak muhtelif öğretmen okullarında ve enstitülerinde pedagojı öğretmenliği yaptım. Böylece vatanıma binlerce, hatta onbinlerce öğretmen yetiştirme fırsatı buldum. Çalıştığım bu okulları şöyle sıralayabilirim: Van Alparlan İlköğretmen Okulu, Savaştepe İlköğretmen Okulu, Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü, Bursa Eğitim Enstitüsü, İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü. 1979 yılında emekliye ayrıldım.

Ben, İslam iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslam'ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, isterse çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimiz'in "Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır." tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım. Öte yandan İslam'ın yakından uzağa doğru bir fetih ile bütün beşeriyeti tevhid bayrağı altında bütünleştirmeye çalışan İlahi sistem olduğunu da unutmuyorum.

Yine Şanlı Peygamberimiz'in "İlim müminin kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa almalıdır." tarzında formülleştirdiği mukaddes ölçüye bağlı olarak, hızla muasırlaşmak gereğine inanmaktayım. Bu Türk-İslam kültür ve medeniyetinin yeniden doğuşu (rönesansı) olacaktır. İslam'dan zerre taviz vermeksizin yepyeni kadrolar ve müesseseler ile zamanımızın bütün meseleleri, vahyin, Peygamber tebliğlerinin ve sünnet yoluna bağlı büyük müçtehitlerin açıklamalarının ışığında, yeniden bir tahlile ve tertibe tabi tutulabilir. İnanıyorum ki, hem Türk olmak, hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün tarihler boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O halde bizler niye bu tarihî misyonumuzu yerine getirmeyelim?

Asla unutmamak gerekir ki, yabancı ideolojiler, yabancı ve istilacı devletlerin fikir paravanalarıdır. Milletleri içten vuran sinsi tuzaklardır. Bunu bildiğim, buna inandığım içindir ki, Türk milletini parçalama oyunlarına ve tertiplerine karşı durmayı, büyük bir namus ve vicdan borcu bilmekteyim. Hele bir Doğu Anadolu çocuğu olarak, doğduğum ve büyüdüğüm bölge etrafında döndürülmek istenen hain niyetlere, kahpe tertiplere karşı elbette kayıtsız kalamazdım.

Beni yakından tanıyanlar, bütün hayatımı ve çalışmalarımı Türk-İslam Ülküsü'ne vakfettiğimi elbette bilirler. Beni bu mukaddes yoldan döndürmek için ne oyunlarla, ne tertiplere ve ne kahpeliklere maruz bırakıldığımı bir Allah bilir bir de ben... Şüphesiz bu oyunlar bitmemiştir ve kolayca biteceğe de benzemez.

Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse, İslam dünyası da güçlüdür. Aksi bir durum varsa, bütün Türk dünyası ile birlikte İslam dünyası da sömürgeleşmektedir. Galiba bu durumu en iyi idrak edenler de düşmanlarımız. Onun için bütün İslam dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefi Türk devleti ve Türk milleti olmuştur. Tarihten ibret almasını bilenler, bunu ayan-beyan göreceklerdir. Durum günümüzde de aynıdır.

Onun için diyorum ki; Türk devletini yıkmak ve Türk milletini parçalamak isteyen bölücüler yalnız Türklüğe değil, İslam'a da ihanet etmektedirler.

Evet merhum Arvasi Hoca, 1986 yılında yazdığı "Doğu Anadolu Gerçeği" isimli kitabının daha önsözünde, kendisini bizlere yukarıdaki satırlarla takdim etmişti. Fakat; davası, vatanı, devleti ve milleti için çektiği çileleri bir satırla geçiştirerek: "Beni bu mukaddes yoldan döndürmek için ne oyunlarla, ne tertiplere ve ne kahpeliklere maruz bırakıldığımı bir Allah bilir bir de ben... Şüphesiz bu oyunlar bitmemiştir ve kolayca biteceğe de benzemez " diyerek onları Allah’a havale edip yoluna devam ettiğini haykırmıştı.

S. Ahmet Arvasi gerçek bir seyyittir. Sahte seyyitler de var mıdır sorusu aklınıza gelebilir. Müslümanları istismar eden sahtekarlar, seyyidlik kavramını da elbette kullanmaya kalkışmışlardır fakat eninde sonunda onların foyaları ortaya çıkmıştır.

Seyyid, Peygamber Efendimizin soyundan gelen, yani Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin torunlarına verilen ve dilimizde efendi manasına gelen bir kelimedir. Arvası Hocanın dedesi Seyyid Abdulhakim Efendidir. Osmanlı'nın dağılma döneminde, müritleriyle birlikte Suriye üzerinden Arabistan'a giden Abdulhakim Arvasî'ye oranın ileri gelenleri, kendisine medrese yapacaklarını ve her türlü imkânı sağlayacaklarını taahhüt ederek Arabistan'da kalmasını istemişlerdir. "Osmanlı zâten öldü, Türk diye bir şey kalmamıştır" denilince, Abdulhakim Arvasî Hazretlerinin sinirlenip: "Dünyada iki Türk kalsa birisi benim" diyerek, ömrünün sonuna kadar Müslüman Türk'ün dâvasına sahip çıkacağını ifâde etmesi aslında bir hakikatın ifadesidir. İşte Arvasi Hocamız böyle temiz, pak bir aileden gelmektedir.

Arvasi Hocamızın yukarıda kendisini ifade ederken dile getirdiği görüşlerinin, milletimizin ve de İslam aleminin geleceği bakımından ne kadar önemli olduğunu, bugün yaşanılan olaylar bir kez daha kuvvetli bir delille ortaya koymaktadır.

Ona ve arkadaşlarına bu görüşlerinden dolayı Mamak zindanlarını reva gören cüce beyinlerin uygulamalarının, ülkemizi bugün getirdiği nokta gayet açıktır. 1980 İhtilaliyle Mamak zindanlarında işkence hücrelerine doldurulanlar arasınadadır Arvasi Hoca… Mehum Muhsin Yazıcıoğlu gibi…Onların tek suçları vatanlarını canlarından daha çok sevmek, devlet ve milleti kara ve kızıl emparyalitlere karşı koruyarak sömürge ve de uydu olamaktan korumak ve kurtarmaktı. Fakat bunun karşılığı ağır bir darbe olmuş, üzerlerinden tanklar geçirilmek süretiyle devleti ve milleti kurtarmak size mi kaldı aşağalamasıyla aslında bugünlere zemin hazırlanmıştı…Birileri, devletin gücünü arsız, hayasız ve pervasız bir şekilde kullanarak milletin milli reflekslerini ortadan kaldırmak için global-emperyalist güçlerden emir almışlardı. Aslında ne oynanan oyun ne de oyun sahası yeni değildi. Fakat yeni taktikler geliştirilmişti. Hedefleri, bir millet adına, bir ülkü uğruna kara toprağın bağrına girmeyi cennete koşmak kabul eden o asil ruhlu insanları, millet nazarında yaftalamak ve iktidardan onları uzak tutmak, bu arada bin yıllık milet kültürünün genlerini değiştirmekti…Nitekim milli ve manevi değerler uğruna, Kanımız Akasa da Zafer İslamın kararlığıyla canını ortaya koyan Anadolu insanı, Bingöllü, Vanlı, Elazığlı v.s. Güneydoğunun tekin evlatları öyle bir sürecin içine itilmişlerdi ki artık kime, niçin, neden sarılacaklarını bilemez bir halde ortada bırakılmışlardı. Ve onlara koşacakları bir hedef kısa bir zaman sonra da verilmiş, bu işi yapacak kuklalar da hazırlanmıştı… Kısaca 80 ihtilali ve neticelerini bugün ülkemizin doğusunda yaşananlar çok açık seçik ortaya koymaktadır.

Bir ülke düşünün ki; istikbali ve de istiklali uğruna mücadele veren insanları, daha sonra çeşitli etnik, mezepsel, ideolojik yaftalarla birbirlerini yaftalayarak milli birlik ve bütünlüğünü emperyelist emellere feda etsin. Ve bunu, o ülkenin güç ve kudretini elinde tutan erkler görme basiretinden mahrum olsun.

"Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal! " diye haykıran, etnisitesi farklı olsa da kendisini kahraman ırkın ahfadı sayan bir Milli Şairi olduğu halde, o millet nasıl izmihlale düşebilir?

Şanlı Peygamberi rüyasında gördüğünü ve huzuruna kabul edildiğini, herkesin ona çeşitli hediyeler sunduğunu, kendisine sıra geldiğinde : Efendim bu şişede Çankkalede şehit düşen müslüman- Türk’ün kanı var, size arz etmek isterim… diye uzattığımda en güzel armağanı sen getirdin diyerek kabul ettiğini anlatarak Hindistanlı müslümanları ayağa kaldıran Muhammed İKBALLER olduğu halde….Hind’den Yemen‘e, Çin’den Maçine, dünyanın her köşesinde bir işaret bekleyen milyonlarla sevgi halkasına sahip bir millet, nasıl olurda bu insanların umutlarını, hayallerini, ülkülerini büyük bir sevdaya dönüştüremez ve gündelik işlerin telaşıyla Türk’ün Cihan Hakimiyeti Mefküresini yeni bir nizam boyutlarında ele alarak aleme örnek teşkil edemez…

İşte Muhammed İKBAL’den Mehmed Akif’e ondan Seyyid Ahmet ARVASİ’ye ve nice Seyyidlere, İkballere, Ersoylara hakim olan bu ruh, Müslüman-Türk Milletinin güç ve kudretinin şifresi, kaynağı ve gerçeğidir.

Bu gücün farkında olmayanlar, bu kaynaktan içmeyenler, bu şifreyi çözemeyenler milletin sahibi olduğu projeler yerine millet düşmanlarının planlarıyla o milletin geleceğine yön vermeye kakışırlarsa bunun sonucu elbette felaket olur, izmihlal olur, hüsran olur…Bu ruhtan mahrum olanlar, karlı dağlarda donarak can veren binlerce şehitlerin ve ŞEHİDİN ölmediklerini, onlara ölüler demenin yanlış olduğunu bilemezler…Fakat bilmeseler ya da bilmemmezlikten de gelseler, O ŞEHİT RUH millet ruhuyla beraberdir ve bir gün mutlaka yarım kalan hesap, millet düşmanlarından sorulacaktır!

Son olarak; merhum İKBAL, ERSOY, ARVASİ ve tüm şehitlerimize yüce Allah’tan rahmet niyaz ederken, ister şark,ister garb, ister cenüp, ister şimal meselesi, ister Kürt, ister Alevi, iste Sünni isterse bilmem ne meselesi diyerek başımıza bir sürü çorap örmeye kalkışan ve bu oyunlara alet olanlar bilmeliler ki, bu millet tarihinin en karanlık ve zorlu günlerinde en umulmaz işleri başarmış, çelik zincirleri parçalamış, dağları yırtarak enginlere taşmıştır.

Oruç Reis